Ana Sayfa Arama
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya

Trump-Netanyahu Gazze Barış Planı Analizi

Bir Masalın Son Perdesi mi, Yoksa Yeni Bir Kabusun Başlangıcı

Bir Masalın Son Perdesi mi, Yoksa Yeni Bir Kabusun Başlangıcı mı? Trump-Netanyahu Gazze Barış Planı Analizi..

İstanbul Yerel Haberler (İY)

Trump-Netanyahu Gazze Barış Planı Analizi. ABD Başkanı Donald Trump, önceki gün basın mensuplarına, “Bugün Netanyahu ile yaptığımız kritik görüşmede uzun süredir devam eden Gazze trajedisine son verecek bir barış planı üzerinde anlaştık” derken, dünya medyası konuya ihtiyatlı bir iyimserlikle yaklaşmayı tercih etti. Trump’ın “büyük gün” olarak nitelediği o gün sunduğu barış planı, bazı Filistin aktivistler ve onları destekliyen çevrelerce “tek taraflı bir diktenin başlangıcı” olarak yorumlandı.

Zaten, Netanyahu da İsrail’e döner dönmez sözüne asla güvenilmez bir katil olduğunu bir kere daha ispat etti: “İsrail ordusu Gazze’den asla çekilmeyecek!..”

Donald Trump ve Benjamin Netanyahu. İsimleri, Ortadoğu siyasetinin tozlu sayfalarında sıkça yan yana anılan iki güçlü lider. Washington’daki Beyaz Saray’ın koridorları, 29 Eylül 2025’te bu iki ismin bir araya gelmesine bir kez daha tanıklık ediyordu. Etraflarındaki kameralar ve gazeteciler, her zamanki gibi bu buluşmanın “tarihi” bir dönüm noktası olduğunu haykırıyordu. Zira, Trump’ın ikinci başkanlık döneminin dördüncü buluşması olan bu zirve, Gazze’deki kanlı savaşı bitireceği iddia edilen Trump-Netanyahu Gazze barış planını açıklamak için sahnelenmişti.

Ancak sahnenin ışıltısının arkasında, dünya medyasında dünden bugüne yankılanan eleştirel sesler de vardı. Bu eleştiriler, sunulan bu planın, üzerinde siyasi ve jeopolitik hesapların gölgesi olan bir belge olduğu yönünde yoğunlaşıyor . Trump, basın mensuplarına “Bugün medeniyet tarihinin en büyük günlerinden biri olabilir” derken, Netanyahu ise “rehineleri kurtarma ve Hamas’ı yoketmeyi” hedeflediklerini vurguluyordu. Bu sözler, uzun süredir süren bu trajediye bir son vereceği iddiasıyla sunulsa da, Filistinli aktivistler bu “büyük günün” aslında tek taraflı bir diktenin başlangıcı olabileceğini öne sürüyordu.

Trump Netanyahu Gazze Baris Plani
  • Trump-Netanyahu Gazze Barış Planı Analizi

Barış Adına Sınırlar Çizmek: Plana Yönelik Endişeler

Beyaz Saray tarafından sunulan 20 maddelik plan, ilk bakışta her derde deva bir çözüm gibi görünebilir. Rehinelerin serbest bırakılması, mahkum takası, Gazze’nin yeniden inşası gibi maddeler, umut verici başlıklar altında toplanmıştı. Ancak derinlemesine incelendiğinde, bu başlıkların altı doldurulurken Filistinlilerin en temel haklarından biri olan kendi gelecğini tayin hakkının göz ardı edildiği dikkat çekiyordu.

Plan, Hamas’ın tüm rehineleri serbest bırakması karşılığında İsrail’in bir kısım Filistinli mahkûmu serbest bırakmasını öngörüyordu. Evet, bir rehinelik dramı sona erecekti ancak bu süreç, Hamas’ın siyasi ve askeri varlığının tamamen sonlandırılması şartına bağlanıyordu. Bu, bir barış müzakeresinden çok, bir teslimiyet anlaşması olarak yorumlandı. Dünya basınından ve Ortadoğu’dan gelen eleştiriler, bu planın Hamas’ı ve Filistin Direnişini yok etmeyi amaçladığını, dolayısıyla kalıcı bir barış getirmeyeceğini savunuyordu. Örneğin, Washington Post, planı “tek taraflı bir dayatma” olarak nitelendirirken, The Guardian ise “Filistinlilerin sesinin duyulmadığı bir çözüm” olarak tanımlıyordu.

Netanyahu, Katar Başbakanı aracılığıyla bir özür dileyerek diplomatik bir jest yapsa da, bu adımlar, Filistinlilerin ölümlerini ve yaşadıkları yıkımı unutturmaya yetmiyordu. Eleştirel görüşler, bu planın, aslında Gazze halkının geleceğini belirleme yetkisini, onların seçilmiş temsilcilerinden alıp, uluslararası bir “Barış Kurulu” adı altında toplanan ve Trump tarafından başkanlık edilecek olan bir gruba devrettiğini vurguluyordu.

Geçici Yönetim ve Silahsızlandırma: Güvensizlik ve Belirsizlik

Planın belki de en tartışmalı maddesi, Gazze’nin gelecekteki yönetimini belirleyen bölümlerdi. Geçici bir teknokrat ve apolitik Filistin komitesinin yönetimi üstleneceği ve bu komitenin uluslararası bir kurul tarafından denetleneceği belirtiliyordu. Bu “apolitik” tanımı, birçok Filistinli ve uluslararası gözlemci için kuşku uyandırıcıydı. Kimin teknokrat sayılacağı, kimin apolitik kabul edileceği ve en önemlisi, bu komitenin Gazze halkının meşru temsilcisi olup olmayacağı belirsizliğini koruyordu.

Plana göre, Hamas ve diğer grupların Gazze’nin yönetiminde doğrudan veya dolaylı olarak rol alması engellenecekti. Tüm askeri altyapıların, tünellerin ve silah üretim tesislerinin yok edilmesi şartı, İsrail’in güvenliğini garanti altına alma adına atılmış bir adım olarak sunuluyordu. Ancak eleştirel analizler, bu sürecin Filistin direnişini tamamen ortadan kaldırmayı hedeflediğini ve Gazze’yi savunmasız bırakacağını öne sürüyordu. Ayrıca, silahsızlandırma sürecinin bağımsız gözlemciler tarafından denetleneceği belirtilse de, bu gözlemcilerin kim olacağı ve İsrail’in operasyonel esnekliğini nasıl kısıtlayacağı konuları muğlak bırakılıyordu. Bu durum, plandaki en zayıf noktalardan biri olarak görülüyordu.

Yeniden İnşa: Bir Ödül mü, Bir Tehdit mi?

Planın vaatlerinden biri de Gazze’nin yeniden inşasıydı. Şehirlerin, hastanelerin, su ve elektrik altyapılarının onarılması, yardım akışının engelsiz sağlanması gibi maddeler, Gazze’deki insani krize çözüm olarak gösteriliyordu. Ancak bu vaatler bile bir şartla geliyordu: Hamas’ın teslim olması. Bu yaklaşım, birçok eleştirmen tarafından “barış planı”ndan ziyade, bir “teslimiyet ve şartlı yardım” paketi olarak yorumlanıyordu. Gazze halkı, yıkımdan kurtulmak için, kendi siyasi iradesinden vazgeçmek zorundaymış gibi bir tablo çiziliyordu.

Barış planının “Gazze’nin yeniden inşası” maddesini, “yalnızca altyapıyı değil, aynı zamanda Gazze’nin siyasi ve toplumsal yapısını da dönüştürmeyi amaçladığını ileri süren uzmanlar, “Filistin halkının kendi kendini yönetme becerisi ve isteği göz ardı edilerek, uluslararası bir komite tarafından yönetileceğini ifade eden bu madde, bölgedeki kalıcı barışın temellerini sarsan bir yaklaşımdır” şeklinde bir değerlendirme yapıyor.

İbrahim Anlaşmaları

İbrahim Anlaşmaları, Ortadoğu’da barışın nasıl tanımlandığına dair önemli bir dönüm noktası oldu. Geleneksel barış diplomasisi, toprak karşılığı barış ilkesine dayanırken, bu anlaşmalar “barış karşılığı barış” sloganıyla yola çıktı. Ancak bu yaklaşım, Filistinlilerin topraklarından ve haklarından feragat etmesi anlamına geliyordu. Eleştirel gözle bakıldığında, bu durumun kalıcı bir barış getirmesi mümkün görünmüyordu. Zira, adaletsiz bir temel üzerine inşa edilen barışın, yeni çatışma tohumları ekme potansiyeli yüksekti.

Sonuç olarak, İbrahim Anlaşmaları, Trump yönetiminin Ortadoğu politikasında bir “başarı hikayesi” olarak sunulsa da, bu başarı hikayesi, Filistin halkının haklarını ve geleceğini hiçe sayan, bölgenin jeopolitik çıkarlarına hizmet eden pragmatik bir adımdır. Bu anlaşmalar, barışın karmaşık dinamiklerini basitleştirmekte ve tek taraflı çözümler üretme yoluna gitmekte ancak ileride bu yolun sebep olabileceği sorunlar görmezden gelinmektedir.

Planın önemli bir bileşeni de, ABD liderliğinde kurulacak olan Uluslararası İstikrar Gücü (ISF) olarak ia/fade . Bu gücün görevi Filistin polislerini eğitmek, sınırları güvence altına almak ve mühimmat girişini engellemekti. Ancak bu gücün, İsrail’in askeri operasyonları karşısında ne kadar etkili olacağı ve Filistin halkının güvenliğini nasıl sağlayacağı konusunda ciddi soru işaretleri bulunuyordu. Eleştirmenler, bu gücün, İsrail’in güvenlik kaygılarını karşılamaya yönelik bir tampon bölge oluşturmaktan öteye gidemeyeceğini, Filistinlilerin güvenliğini sağlayacak gerçek bir kuvvet olamayacağını belirtiyordu. Bu da, Uluslararası İstikrar Gücü’nün Gazze’deki rolü ve güvenilirlik sorunlarını gündeme getiriyordu.

Nereye Gidiyor Bu Hikaye?

Gazeteciler için bu hikaye, bitmiş bir haber metni gibi görünebilir. Ama Gazze için, Filistinliler için, bu hikaye yeni bir sayfa açıyor. Belki de bu, bir barış masalının değil, bir dikta ve belirsizlik kabusunun başlangıcıdır. Trump ve Netanyahu’nun barış planı, uzun süredir devam eden bir çatışmaya son vermek yerine, Filistin topraklarındaki siyasi ve demografik dengeyi İsrail lehine daha da kalıcı bir şekilde değiştirmeyi hedefleyen bir strateji olarak okunabilir.

Filistin Yönetimi’nin bu planı kabul edip etmeyeceği, Hamas’ın direnişi bırakıp bırakmayacağı ve bölgedeki diğer Arap ülkelerinin bu planı ne kadar destekleyeceği, gelecek günlerin en önemli soruları olacak. Bu soruların cevabı, sadece Gazze’nin değil, tüm Ortadoğu’nun geleceğini belirleyecek. Görünen o ki, sahne ışıkları altında açıklanan bu plan, alkışlardan çok şüphe ve eleştiri seslerini beraberinde getiriyor. Hikaye henüz bitmedi. Asıl dram, şimdi başlıyor.

Trump’ın “Yeni Ortadoğu” Vizyonu: İbrahim Anlaşmaları

Donald Trump’ın başkanlığı döneminde, Ortadoğu siyasetinde en dikkat çekici adımlardan biri olan İbrahim Anlaşmaları, “barış için yeni bir şafak” olarak lanse edildi. Bu anlaşmalar, İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Sudan ve Fas arasında diplomatik ilişkilerin normalleşmesini sağladı. Beyaz Saray ve İsrail tarafından, Arap-İsrail çatışmasını sona erdiren ve bölgeye istikrar getiren “tarihi” bir başarı olarak sunuldu. Ancak bu iyimser tablonun arkasında, birçok eleştirel ses ve göz ardı edilen gerçekler yatıyordu.

Filistin Sorunu: Unutulan Anahtar

İbrahim Anlaşmaları’nın en büyük eleştiri noktası, Filistin sorununu tamamen göz ardı etmesiydi. Geleneksel olarak, Arap devletleri İsrail ile ilişkilerini normalleştirmek için Filistin devletinin kurulmasını ve Doğu Kudüs’ün başkent olmasını şart koşuyordu. Ancak Trump yönetimi, bu köklü diplomatik normu yıktı. Anlaşmalar, Filistinlilerle doğrudan bir müzakere süreci olmaksızın, İsrail’in Arap ülkeleriyle ayrı barış anlaşmaları yapmasına olanak tanıdı.

Eleştirel bakış açısına göre, bu anlaşmalar Filistin davasına ihanet olarak algılandı. Filistinliler, uzun süredir Arap dünyasının desteğine güvenmişti; ancak BAE, Bahreyn ve diğer ülkelerin ekonomik ve güvenlik çıkarları doğrultusunda İsrail ile masaya oturması, Filistin davasını yalnız bıraktı. Bu durum, Filistin Yönetimi’nin ve halkının daha da marjinalleşmesine yol açtı. Anlaşmalar, İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarındaki politikalarını meşrulaştırmasına ve yerleşim yerlerini genişletmesine dolaylı yoldan hizmet etti.

Barış mı, Yoksa Ortak Çıkar İttifakı mı?

İbrahim Anlaşmaları, bir barış anlaşmasından ziyade, ortak ekonomik ve güvenlik çıkarları üzerine kurulu bir ittifak olarak görülüyordu. Anlaşmaların imzalandığı dönemde BAE, Bahreyn ve İsrail, İran’ın bölgedeki artan etkisine karşı ortak bir tehdit algısına sahipti. Bu anlaşmalar, İran’a karşı birleşmiş bir cephe oluşturma amacına hizmet ediyordu. Anlaşmaların bir diğer önemli boyutu da, ABD’den askeri ve teknolojik destek almayı hedefleyen Arap ülkelerinin beklentileriydi. Örneğin, BAE’ye F-35 savaş uçaklarının satışı, anlaşmanın önemli bir parçasıydı.

Bu durum, anlaşmaların “barış” adı altında gizlenmiş bir jeopolitik hamle olduğu eleştirilerini güçlendirdi. Barışın temelini, halklar arasında güven oluşturmaktan ziyade, stratejik ve askeri işbirliğine dayandırması, anlaşmaların uzun vadeli sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri yarattı. Zira, bölgedeki jeopolitik dengeler değiştiğinde veya ortak tehdit algısı zayıfladığında bu ittifakların dağılma riski bulunuyordu.

Bölgenin Geleceği Üzerine Etkileri

İbrahim Anlaşmaları, Ortadoğu’da barışın nasıl tanımlandığına dair önemli bir dönüm noktası oldu. Geleneksel barış diplomasisi, toprak karşılığı barış ilkesine dayanırken, bu anlaşmalar “barış karşılığı barış” sloganıyla yola çıktı. Ancak bu yaklaşım, Filistinlilerin topraklarından ve haklarından feragat etmesi anlamına geliyordu. Eleştirel gözle bakıldığında, bu durumun kalıcı bir barış getirmesi mümkün görünmüyordu. Zira, adaletsiz bir temel üzerine inşa edilen barışın, yeni çatışma tohumları ekme potansiyeli yüksekti.

Sonuç olarak, İbrahim Anlaşmaları, Trump yönetiminin Ortadoğu politikasında bir “başarı hikayesi” olarak sunulsa da, bu başarı hikayesi, Filistin halkının haklarını ve geleceğini hiçe sayan, bölgenin jeopolitik çıkarlarına hizmet eden pragmatik bir adımdır. Bu anlaşmalar, barışın karmaşık dinamiklerini basitleştirdiği ve tek taraflı çözümlerin ne kadar tehlikeli olabileceğini gösterdiği için eleştirel bir mercekle incelenmeyi hak ediyor.